|
|
|
|
PROF. DR. YUSUF ZİYA BİNATLININ
13.11.1993 TARİHİNDE YAPTIĞI
MEHMET ZAHİD KOTKU K.S
HAZRETLERİNİ ANLATAN KONUŞMASI
http://www.sonuyari.org/mzk/osmanli.html
GENÇ BİR OSMANLI ASKERİ
Prof. Dr. Yusuf Ziyâ BİNATLI
Pek muhterem hàzırûn!..
İçinizde Rahmetullàhi Aleyh ile münasebette
bulunanların, ondan feyz alanların içinde en
kıdemsizi benim... Kendisinin mürîdi olma şerefine
nail olmadım, rahle-i tedrisinde bulunmadım.
Kendisiyle pek çoğunuzun sohbet ettiği süre
içinde, belki sohbette de bulunmadım.
Onun imam olduğu şu mihrab arkasında, onun
cemaati de olmadım. Ama, içinizde değil belki
Türkiye'de, kendisini ilk görenlerden biri olmakla müftehirim.
Kendisi genç bir askerken, ben kendisinden 12 veya
13 yaş küçük olarak İstanbul'da bir arada bulunmak
erefine nâil oldum. Rahmetullàhi Aleyh, İstanbul'da
bir Osmanlı askeri olarak, inzibat bölüğünün kaleminde
vazife görmekteyken; ben fakir de babamın
kanatları altında, Gümüşhaneli Dergâhı'nın
şeyhlere tahsis edilmiş bulunan binasında, onun
babamın mürîdi olduğu bir dönemde kendisiyle tanışma şerefine nâil oldum.
Rahmetullàhi Aleyh, babama intisab etmiş genç
bir asker, daimâ sırtında o asker elbisesi ile tekkeye gelen y
egâne sarıksız kişi idi. Başında kalabağı, üstünde
askerî ceketi tekkeye gelirdi. Babamın kendi kumandanından
aldığı müsaade ile bütün namaz vakitlerinde gelir; sonradan
bir yıldırım düşmesi neticesi yıkılan minaresine çıkar, ezan okur
ve tekkenin sofrasında da bulunurdu. İşte bu
dönemlerde, ben de
gençlik çağına yeni adımını atmak üzere olan bir çocuk
olarak, onunla tanışma şerefine nail oldum.
Şöyle ki: Babam yaşlı bir zat idi. İkamet ettiğimiz binadan tekkeye
gidip gelirken, müridlerden biri gelir, kendisine yardım ederdi.
Kendisine en fazla yardımını takdim eden kişi de bu
Rahmetullàhi Aleyh idi.
Kapıya gelir, kapıyı çalmaz, tıkırdatmaz; babam kapıdan
çıkarken koluna girer veya babam yürüyecek kudreti kendisinde
bulursa, onun arkasından kemâl-i edeble yürür ve babamı
makàmına kadar götürürdü.
İşte babamın şeyh olduğu bu dönem içerisinde, babamın ders
verdiği dönemler olurdu. Babam Medresetül Mütehassisîn'de
ilm-i hadis ve hilâfiyyat dersi okuturdu. Hilâfiyyat müderrisi idi.
Çok hasta olduğu zamanlarda Medresetül Mütehassisîn'in
talebeleri gelirler ve bizim evin salonunda ders dinlerlerdi.
Tabii burda şunu ifade etmek isteyeyim: O zamanın
Medresetül Mütehassisîn'inin talebeleri, benim gözümde
yaşlı başlı insanlar olarak görünüyordu.
Hepsi sakallı, sarıklı, 30-35 yaşlarında görünen kişilerdi.
Ama, onların içerisinde sakalsız ve en genç görünen
Rahmetullàhi Aleyh bulunuyordu.
Medresetül Mütehassisîn ki, bugünkü ifade ile üniversite
üstü diploma veren bir müessese olarak
karşımıza çıkıyor. Tahsil durumu o seviyede olmamasına
rağmen, o da gelir dersleri takib ederdi, fahriyyen...
Bu dönem içerisindeki hatıralardan bir tanesini, bir vesile
ile yine söylemiştim: Tekkenin sofrasında hep beraber
yemek yerdik. Geniş bir sini... Sininin içerisine diyelim ki
etli pilav konur, getirilirdi. Rahmetullàhu Aleyh çok zayıftı
çok zayıf bir zat idi. Tekkenin bu yemeklerini yapan aşçısı
Hafız Emin isminde bir zat, onun bu zayıflığından
incecik vücudundan o kadar müteessir olurdu ki; yemek sofraya
gelmeden önce, herkes hücum etmesin ete diye etleri pilavın içine
saklar, sofrayı kurduğu zaman getirir Mehmed Efendi'nin
bulunduğu yere... Yâni, kaşğı attığı zaman
et çıkacak mutlaka ve onu şişmanlatacak.
Rahmetullàhi Aleyh, daha kaşığı daldırır da kaşığına
et değdiği zaman, onu anlar ve yüzü kızarırdı.
Biz mutfakta bu oyunu oynardık kendisine...
Fakat o daha böyle kaşığı daldırır daldırmaz, etin
sertliği geldiği zaman, o zayflığına rağmen şöyle iki
eliyle siniyi tutar, şöyle hafifçe çevirir, etli kısmı başkasına
aktarırdı. Hafız Emin Efendi, orda bir ses çıkartmaz
bu tarafta o eti bekleyenler onu hallederlerdi, yerlerdi.
Hafız Emin Efendi, ertesi günü aynı sistemi uygulayacak
bu sefer kendisine söylerdi:
"--Yâhu Mehmed Efendi! Bak sana et koydum, niçin almıyorsun?.."
O başını önüne eğer:
"--Herkes hakkını alsın, Allah verir benim hakkımı...
Hafız Emin Efendi vermesin!" derdi.
Hiç bir zaman onun oyununa da gelmedi.
Bir hatıram da şudur: Zaman olurdu, kendisine rica ederdim:
"--Ne olur beni de minareye çıkar, bir defa da ben ezan okuyayım!" diye...
Bir iki defa çıktık. Minarenin kıble tarafının sağ tarafı
Mustafa Feyzi Efendi'nin oturduğu dairenin penceresine dönüktü.
--Babamın vefatından sonra olan olayı söylüyorum.
Beni çıkartırdı minareye... Fakat, Şeyh Efendi'ye görünmeyeyim
diye, "Sen buraya çömel!" derdi bana... Ben çömelirdim
o ezanını okurdu. Sonra beraber aşağıya inerdik.
Minareden etrafı seyretmek çok hoşuma giderdi.
Şeyh Efendi namazı kılmak için ordan uzaklaştığı zaman,
ben etrafı seyreder ve büyük bir zevk alırdım.
Bir defa dedim ki:
"--Ezanı ben okuyayım!"
"--Peki, oku..." dedi. Bu sefer kendisi sindi
"Allahu ekber!.. Allahu ekber!.." diye
ezan okumaya ben ezan okumağa
başlayınca; Şeyh Efendi ordan bana seslendi:
"--Ne yapıyorsun?.." dedi.
Ben de ona yukardan:
"--Ezan Okuyorum!" dedim.
Mustafa Feyzi Efendi ordan yine bana:
"--Sen akıl bâliğ oldun mu?.." dedi.
Ben dedim ki:
"--Çoktan oldum..." Dedim ama, akıl baliğ olmak ne demek
mânâsını bilmiyorum.
Olmadın mı diye sorsaydı, olmadım diyecektim.
Oldun mu diye müsbet konuştuğu için, oldum dedim.
"--Peki, öyleyse oku!" dedi.
Ezanı okudum. Bir de baktım ki, rahmetli Mehmed Efendi'nin eli
ayağı titriyor, çok heyecanlanmış. Bizim minaredeki konuşmamızı
herkes duyuyor. Orda Arnavutların bir hanı vardı; o handa da
onlar bizi dinliyorlar, "Ne yapıyor Şeyh Efendi ile
yukardaki minarede" diye...
Bu hatıralar böyle günlük hatıralardı. Fakat aradan zaman geçti.
Tekkeler kapandı. Birbirlerimizle olan münasebetlerimz kesildi.
Zaman geldi, tekke cemaatsiz kaldı. İmamı Hoca Hayri Efendi'yi
başka bir yere tayin ettiler. Evkaf idaresi o binayı satışa çıkardı, sattı.
Bu durumda, Fatma Sultan Camii metruk bir vaziyette kaldı.
Şimdi Fatma Sultan Camii deyince, genç arkadaşlar var...
İsmini duymuşlardır şüphesiz de, ne olduğunu bilmezler.
Fatma Sultan Üçüncü Ahmed'in kızı... 1704 tarihinde
doğmuş bir kızcağız... Üçüncü Ahmed, 1709 tarihinde
Silahtar Ali Paşa'yla evlendirdi. Kırk gün kırk gece
büyük bir debdebe ile düğün yapılmış. Beş yaşında
daha çocuk, ne olduğunu bilmiyor. Sembolik olarak evlenmişler.
Fakat şanssız bir kız Fatma Sultan... 1709 tarihinde evlendiği bu
Ali Paşa, 1716 tarihinde Avusturya ile yapılan savaşta şehid olmuş.
Kızcağız daha 12 yaşında... Ondan sonra, padişah bu kızcağızı Damad
İbrâhim Paşa ile evlendirmiş. İşte o tarihten sonra
Lâle Devri sırasında biraz gün görmüş.
Babası Üçüncü Ahmed o tarihte, kızının ruhu şad edilsin diye
Fatma Sultan Camii'ni Bab-ı Ali'nin karşısında yaptırmış.
Bâb-ı Ali dediğimiz bina da, o zaman Damad
İbrâhim Paşa'nın kendi köşkü... Ayrıca Damad İbrâhim Paşa
bunun altında, yine Fatma Sultan adına bir saray yaptırmış.
Şimdi sanıyorum oralarda Hazine-i Evrak olarak kullanılan binalar var...
Fatma Sultan Camii, 1727 yılında yapılmış ve 1730 tarihinde de
Patrona Halil isyanı oluyor. Patrona Halil isyanında babası
tahttan indiriliyor. Damad İbrahim Paşa Patrona Halil
tarafından katlediliyor. Fatma Sultan'ın gerek
şahsına ait, gerek annesine ait, gerek kocasına ait
bütün mallar istirdad ediliyor. Fakr ü zarûret içine düşüyor.
O teessür içinde zavallı Fatma sultan kahrından vefat ediyor.
Tarihlerin kaydettiği bir rivayete göre ise: Arnavutluk'ta bir isyan çıkmış.
Bunu Fatma Sultan'ın tahriki olarak jurnal etmişler.
Yeni padişah da, Fatma Sultan'ı Marmara Denizi'nde suya
attırarak boğdurmuş. Böyle bir akıbeti var Fatma Sultan'ın...
Bunu söylememden maksad şu: Biz o zamanlar tekkede
ibadetimizi yaparken, müezzin efendi dua kısmı geldiği
zaman Fatma Sultan'ın ruhuna da fatiha gönderilmesini
cemaatten isterdi.
Hepimiz Fatma Sultan'ın ruhuna da fatihamızı gönderirdik.
Tabii, cami yıkıldı. Caminin yıkılmasının sebebi, oraya defterdarlık
binası yapılması idi. Fakat işin garip tarafı şudur: Caminin ve
meşrûtanın bir karış yeri dahi defterdarlık binasının altına
girmedi. Fuzûli yere camiyi ve meşrutayı yıktılar. Üzerine
bina yapacaklardı, onu da yapamadılar. Ama belki bu
muhterem Gümüşhâneli Efendi'den beri gelen zevâtın
ruhâniyetinden olacak, kimse o arsaya bir bina yapmadı.
Bugün o arsa olduğu gibi durmaktadır.
Şimdi Fatma Sultan'ın ruhuna gönderme artık kalmadı. B
iz gönderiyorduk, bizden de ayrı kaldı Fatma Sultan...
Ama ben, şahsen belki Fatma Sultan Camii'nin hayatta kalmış
son cemaatiyim. Ne zaman ki dua edeceğim, Fatma Sultan'ın
ismi hemen çağrışım yapıyor. O çağrıımla ben her namazda
Fatma Sultan'ın ruhuna da fatiha gönderiyorum.
Belki o camide cemaat olmuş kimseler, bunu da itiyad haline
getirmişlerdi belki... Ama şimdi hepsi Allah'ın rahmetine
kavuştu. İşte ben de ne zaman Allah'ın rahmetine
kavuşacağım; ama son nefesime kadar yine Fatma
Sultan'ın ruhuna Fatiha'mı göndereceğim.
Şu dergâh Gümüşhaneli Dergâhı'nın bir devamıdır. Gümüşhaneli
Dergâhı nasıl bir büyük heyecan içinde hatm-i hâcegân
yapıyorsa, şurda da o heyecanı gördüm, tüylerim ürperdi.
Şu kadar yüzlerce kişi var burada, bakınız ne kadar büyük
bir sessizlik içinde benden
evvelki muhterem zevâtı dinlediler, feyz aldılar.
Arkadaşlar! Hangi topluluğa gitseniz, hangi üniversiteye gitseniz
yapılan şu uzun konuşmalar sırasında mutlaka, olduğu yerde
birbirleriyle meşveret edenler olur. Ne mutlu şu zevâta, şu
Şeyh Efendi'ye, hepimize; ne kadar büyük bir sessizlik
içinde, bir öksürük sesi bile duyulmadan dinliyorsunuz.
İşte gençlik budur arkadaşlar, Türk gençliği budur
Türk gençliğinin bu imanı ile, bu memleket
inşaallah çok çok yükseklere çıkacaktır.
Temenni ederim ki, burada da
Fatma Sultan'ın ruhuna Fatihalar okunsun!..
Şeyh Efendi'yi ben hakimlik mesleğine intisab ettikten sonra
bir defa gördüm. Kendisi Bursa'da, Üftâde Camii'nin imamı iken
ziyaretine gittim.
Bakınız, 1924 - 1926 gibi yıllarda beraber bulunduğumuz
dönemleri ben size söyledim.
Bir de şimdi 1949 - 1950 yıllarına geliniz.
Arada geçen dönemde; genç
bir çocukken ben, koskoca delikanlı olmuşuz
büyümüşüz, hakim olmuşuz.
Ziyaretine gittim Üftâde Camiine... Araba
ile de çıkılmıyor, gidenler bilirler.
Yaya olarak tepelerden, eğri büğrü yollardan yerine vardık. B
en odasına yöneldiğim
zaman, kapıyı açtım, "Hocaefendi
içerdeler mi?" dedim. Kendisi oturuyor
okuyorlardı. Başını kaldırdılar:
"--Ooo şehzâdem, hoş geldin" dedi.
Bunca yıl geçmiş, yüzler değişmiş, fizyonomi değişmiş.
Ama mübarek zat, görür görmez, "Ooo şehzâdem, hoş geldin!" dedi.
Hemen ellerine sarıldım, öptüm. O bana sarıldı.
Ondan sonra da meslek durumu icabı
oraya oraya, git gel, yurtdışına gittik, yurtdışından geldik...
Bir daha görmek kısmet olmadı.
Şimdi değerli arkadaşlarım! Sizler belki ondan feyz almış kimseler
değilsiniz, belki feyz almış kimselersiniz. Ama ister olun
ister olmayın hayrül halefler size onun yolunu zâten gösteriyor.
Onun yolu zâten İslâm yolu...
Bu yol doğruluk yolu, dürüstlük yolu, ahlâk yolu...
Peygamberimiz SAS, ne demiş: "Ben mekârimi ahlâkı
öğretmek için ba's olundum."
Bir de şunu söyleyeyim: Hocaefendi, o zamandan beri herkesçe
söylenirdi, o zaman sabır sahibi olan bir kişi imiş. Sabırlı bir kişi
olarak anılırdı. Tabii biz, bütün içyüzünü bilecek yaşta değildik.
Ben daha Türkçeyi onunla tanıştığım zaman yeni yeni öğreniyordum.
Çünkü Mısır'dan yeni gelmiştik, Arapça konuşuyordum.
Türkçeyi konuşmakta güçlük çekiyordum.
O durumda onun bazı tatlı esprileri oluyordu.
hoşlarına gider onun esprilerinin ve onun söylediklerini
onradan birbirlerine anlatırlar: Mehmed Efendi böyle dedi
Mehmed Efendi şöyle dedi filân diye...
Fakat ben anlamazdım o esprilerini... Sonradan onlar derler di ki:
"--Çok sabırlı bir insan.."
Ama niçin derlerdi; askerliği dolayısıyla mı derlerdi, komutanlarıyla
olan ilişkisinde mi derlerdi?.. Niçin derlerdi bilmiyorum
"Çok sabırlı bir insan " derlerdi.
Onun sabırlı oluşu keyfiyeti, bana
çok etki yapmıştı. O çocuk yaşta etki yapmıştı.
Çünkü ben, hep etrafta olanlardan onun ne kadar sabırlı olduğunu
duya duya büyüdüm. "Niçin?" diyeceksiniz. Çünkü, babamın
hemşehrisi olması itibariyle, onun da ceddi Kafkasyalı olması
itibariyle, babam kendisine çok hüsnü muamele ederdi, çok kendisini
görürdü. Hep evimize gelir giderdi, iyi bir münasebetimiz vardı.
Gençler, sabırlı olun. Birisini, bir imansızı veyahut da bir münafıkı
doğru yola çekmek için sabırlı olun
Her şeyi yüzüne vurmayın
.. Yavaş yavaş, telkinle, rahatlıkla...
Sabırla her şeye muktedir olursunuz, her şeyi yaparsınız.
Ben şimdi sizi gördüm, dışarısı da bir âlem
dolup taşıyor. Bakınız ne kadar büyük bir
sessizlik içinde beni dinlediniz
arkadaşlarımı dinlediniz. Bu bir iftihar kaynağıdır. Bu memleket
sizin gibi gençlerin çoğalmasıyla inşaallah inşirah bulacak,
yükselecek ve böylece yüksekliğin şahikasına ulaşacak.
Beni dinlediğiniz için hepinize teşekkür ederim.
Hocaefendi, bana bu konuşma lütfunu
bahşettiğiniz için de size teşekkür ederim
Allah razı olsun
13. 11. 1993 - İskenderpaşa / İSTANBUL
|
Bugün 79 ziyaretçi (96 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|
|
|